Hayaletle Yaşamak
"Sadece onu geçmişimde ve anılarımda diğer herkesi koyduğum yerde büyütmek istiyorum. Gün içinde karşıma çıkabilecek hayaleti tüylerimi diken diken ediyor. Artık ölsün istiyorum. Sonbaharda yapraklarını döken bir ağacın hafifliğine imreniyorum. Ben, göz göze gelen aynaların sonsuzluğunda sıkışığım, bir ateş dalgası tarafından tutsak olmuş bir meşe kadar çaresiz. ”
Değerli bir anı olarak filizlenen her hatıra, başrolü paylaşılan kişi kaybolduğunda geride cüzzamsı bir iz bırakır ve yolu üzerinde olan her şeyi ardına katıp çevresini yiyip yutan bir sonsuz boşluğa evrilir. İzden doğan boşluk sinsice ilerler kişi içinde. Boşluk büyür de büyür. Bir zamanların iğne deliği olan muazzam bir kütleye sahip olur. Öyle ki, kişi, kendi Tartarus’unu yaratır, böylelikle varolur ve nefes alıp verir. Son raddede ise kişi boşluğa sahip olmaz, boşluk kişinin ta kendisidir artık.
Anıların imgesel düzlemini yırtarak sembolik dünyamıza karışan hayaletler de böyledir.
Fakat boşluğun aksine, anıları yırtıp gerçeklikte gölgelenen hayaletler o kadar sinsi değildir. Nefesini insanın ensesinde hisettirir. Apaçık ortada olan kadar görünmezdir. Bu nedenle, hayaletin bir şekilde, herhangi bir yerde kişiyi takip edeceği, herhangi bir şekilde göz önünde olacağı aşikardır. Gerçeklik ile anıların birbirine meydan okuduğu o düzlemde, gerçek olduğu kadar yanılsama olarak hayalet kişinin hayatında var olmaya devam edecektir.
Ancak, burada oldukça tatsız bir ironi ortaya çıkar. Kişi korktuğu hayaletini de tamamen unutmak istemez. Eskilerden bilir. Hayalet bir kez silinirse, kişinin varlığının özüne işlemiş, neredeyse bir ortak parça haline gelmiş benliğiyle beraber yok olacağı düşünülür, çünkü ortada bir umut vardır. Bu umut, Sisifos’un taşı kadar yük olur. Kişiyi öldürmez ama yaşatmaz da. Susuzluğu gidermek için deniz suyu içmeye dönüşür umut.
Lambası aylardır kör kalmış bir odadayım akşamüstü. Pencereden sızan sokak lambasının süzülen ışığı peluş ayıcığın gölgesini yere yansıtıyor. El değmemiş oyuncakların plastik kokusu tozlu bir havasızlıkla beraber burnuma doluyor. Fakat, benim gözüm sadece -bilmem tam ne zaman aldım- peluş ayı ile besleniyor. Kafamda da hala sesler, içeride anlaşmaya varamamış bir kurultayın uğultusu var. Seslerin arasından bir düşünce yükseliyor. “Acaba oyuncakların da ruhu var mı? Acaba oyuncaklar da sahibini özler mi?”
Daha baskın bir ses ayrılıyor aradan. Gözlerimi ayıdan ayırmamam gerektiğini söylüyor ses. “Ayırma, ayırma ki hayalet gelmesin.” Gözlerimi kapatıyorum ve kafamı çevirip ondan geriye doğru sayıyorum. Biliyorum, hayaletler gerçek değil. On, dokuz, sekiz… Terk edilmiş bir köy evinin gıcırtısıyla açılıyor yavaş yavaş gözlerim. Karaltıda odanın diğer köşesinde yığılmış renklerini ezberlediğim oyuncakları, IKEA’dan aldığım beşiği ve pembe minik bisikleti az buçuk seziyorum. Sezmiyorum aslında, o kadar uzun zamandır buradayım ki ne nerede içime işlemiş. Bir körüm ve bu labirentte hiçbir şey sezmeden yolumu bulabilirim.
Bu odada soluk almak imkansıza yakın, suratıma ıslak bir havlu serilmiş. Boğuluyorum ama odayı da terk edemiyorum. Hayaletlerden korkuyorum ama hayaleti ben kendim çağırıyorum. Her gün neden ve nasıl buraya geldiğimi bilmiyorum. Dahası, girdiğim zaman nasıl çıkacağımı da bilmiyorum. Dedalus kendi yarattığım labirenti görse benimle gurur duyardı.
Bilmiyorum. Ne sesler susuyor ne de kapıdan sızan ışığı görüyorum. Ama o kazadan beri, minik bedenini toprağa emanet ettiğimden beri ne seni görmeyi ne de görememeyi başaramıyorum.
Seni çok özlüyorum, Nicole.