Yolculuk
Mağrurlanmış halinden eser yok ama başın hala dik. İçin ölümsüz alevle tutuşmuş, üstünde en büyük savaşçıların bile taşımakta zorlanacağı bir zırh ama omuzlarının nasıl hala düşmediği bilinmez. Hayatın boyunca düşman kanıyla ıslanmış ellerin artık ısınmaz olmuş, kılıcını sarıp sarmalayan parmakların ise zayıflamış. Muhteşem diyorlar sana. Muhteşemliğin gerçekten de yerli yerinde mi yoksa zamanın kumlarının çehresini kapattığı Ozymandias’ın kaderini paylaşır mısın bilinmez.
Hükümdarlığını kamburuna yükleyen yıllanmış görüntünle yüzleşmek hiç olmadığı kadar zor. Aynadan yansıyan altınlarla bezeli, özenle işlenmiş zincirlere sahip zırhının eskisi gibi bir önemi yok. Elmaslarla, ametistlerle ve dünyanın sayılı kuyumcularının işlediği mücevherlerle döşenmiş dört katlı tacın görkemi, kenara atılan paslı bir kovanın yalnızlığından farksız. İlk kez giydiğinde ne kadar da gururluydun halbuki? Tacın ve temsil ettiklerinin seni senden alacağını bilseydin de o kadar gururlanır mıydın? Böylesi bir tacı taşımanın yalnız olmak olduğunu söyleselerdi, onlara kulak verir miydin? Dinleseydin de mühim gelir miydi? Cevabı yok. Şimdiyse gençliğinin kudreti ve yakışıklılığın hatırlanamayacak kadar geride kalmış. Ağarmış sakalların, buruşmuş suratın ve hafif kamburun hiç olmadığı kadar seninle artık.
Düşüncelerinin döngüsünden açılan kapı kurtardı seni. Huysuz ve sinirlisin hiç olmadığın kadar. Bu yüzden kulun daha bir titrek eğildi “Sultanım, tüm hazırlıklar tamam. Emrinizle sefere koyulmaya hazırız.” derken. En kudretli kalkanları bile delecek bakışlarınla kuluna bakıp onayladın. Yarım asırdan fazlasını geçirdiğin, ölüm ve ihanet kokan bu saraydan ayrılma vaktinin geldiğini anladın. Rüyalarında görüyordun. Savaş meydanları çağırıyordu seni.
Kapı açıldı. Zor da olsa önce sağ ayağını adımladın, sol ayağınsa isteksiz bir çocuk sıkıntısıyla ritmi yakaladı. Güneşin aydınlattığı, sarımtırak bir koridorda gözleri yerde seni bekleyenler, kaldırdı başını son kez bakmak için sana. Aileni aradı gözlerin, ailenden geriye kalanı. Aynı koridorda gördün ayın ve güneşin sultanı kızını son kez. Aynı koridor oldu sana en çok benzeyen oğullarını son kez hatırladığın zaman, boğazlarını saran bir iple geldi sonları ne yazık.
Hiçbir düşmana yenilmemiş sen yenilmek istemedin anılarına. Bu yüzden ağrılarına rağmen bir kez olsun duraksamadan saraydan çıktın, ama olabildiğince hızlı çıktın yine ağrılarına rağmen.
Son bir kez sarayın bahçesine baktın. Her bir şehzaden için diktiğin söğütlerin üçü kurumuş, aşıklarınla yürüdüğün bahçedeki laleler artık o kadar da güzel değil.
Seyislerin, sultanların sultanına yakışan, heybetli ve şafak kadar kudretli atını getirdiler önüne. Hekimlerinin ata binmeyin uyarısına rağmen eyere yöneldin. Zırhın ağırlığı ve kollarının güçsüzlüğüyle atamadın kendini atın üstüne. Ne kullarını çağırmaya izin verdi gururun, ne de gücün yetti kendi başına ata binmeye. Kim derdi ki koskoca Süleyman son seferinde ve son yolculuğunda atının üstünde ordusuna lider edemeyecek? Besmele çektin, iktidarın boyunca gururunun izin verdiği kadar hatırladığın Rabbine dua ederek 70 yaşlık ömrünün son gücüyle attın kendini atın üstüne. Artık hazırdın.
Sürdün atını bahçeden dışarı doğru. Kullarının alkışları ve dualarıyla son kez mağrurlandın. İşte böyle gittin son seferine, ölümün olduğunu bile bile, heybetli atının üstünde, altın zırhını giyinmiş kudretli tacını taşıyan sultanlar sultanı olarak.